Hatay'dan Marmaris'e gelen birincilik

Hatay’da gerçekleşen Bağrıaçık Kültür ve Sanat Festivali kapsamında düzenlenen öykü ve şiir yarışmasına Marmaris’ten iki isim katıldı. Edebiyat öğretmeni , yazar Hatice Altunay şiir dalında birincilik, Özlem Ertuğrul da öykü dalında birincilik ödülünü kazanarak Marmaris’in gururu oldular.

Hatay'dan Marmaris'e gelen birincilik

Hatay’da gerçekleşen Bağrıaçık Kültür ve Sanat Festivali kapsamında düzenlenen öykü ve şiir yarışmasına Marmaris’ten iki isim katıldı. Edebiyat öğretmeni , yazar Hatice Altunay şiir dalında birincilik, Özlem Ertuğrul da öykü dalında birincilik ödülünü kazanarak Marmaris’in gururu oldular.

Edebiyat öğretmeni , yazar Hatice Altunay  ve Marmaris Belediyesi çalışanı Özlem Ertuğrul, Bağrıaçık Kültür ve Sanat Festivali kapsamında düzenlenen edebiyat yarışmasına katıldı. Altunay, “Yayla Gülüşü Akar Zaman” adlı eseriyle şiir dalında, Özlem Ertuğrul da “Çocukluğum Toprakkale’de Kaldı” adlı eseriyle öykü dalında birincilik ödülünü kazandı. Öğretmen ve öğrenci olarak katıldıkları yarışmalarda Marmaris’e ödülle dönen Hatice Altunay ve Özlem Ertuğrul bir kez daha ilçenin gururu oldular.

Yazarların yarışmada dereceye giren eserleri şöyle:

ÇOCUKLUĞUM TOPRAKKALE’DE KALDI

    Çocukluk hayatımıza misafir olmuş en güzel şeydir belki de. İster fakir ol ister zengin, çocukken hayat ortaktır, gökyüzüne saflıkla bakabilmek ve sadece oyun oynamaktır.…“Mutluluk” dediğimiz şey bütün çocukların dilinde tek bir şeye dönüşür: Samimiyet ve sabahtan akşama kadar oyun oynamak...O yüzden çocukların tek bir vatanı vardır, tek bir milleti vardır , tek bir arayışı vardır o da huzur, saflık ve samimiyettir, tertemiz bir kalptir...

Nazım Hikmet Ran’ın dediği gibi;

“Dünyayı Verelim Çocuklara

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne

allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar

oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında

dünyayı çocuklara verelim

kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi

hiç değilse bir günlüğüne doysunlar

bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı

çocuklar dünyayı alacak elimizden

ölümsüz ağaçlar dikecekler”

     Özlem her ne kadar Ege’de yaşasa da,

Çocukluğu Toprakkale demekti.

Çocukluk yılları Çukurovalı bir dedenin Köroğlu, Lokman Hekim ve Şahmeran efsanelerini dinlemekle geçerdi bu küçük kızın.

Adı her ne kadar Özlem olsa da “Hürü” diye seslenilirdi bu miniğe.

Hiç yerinde duramayan bu sarı saçlı kızın annesi ve babası memurdu.

Her hafta sonu tatilinde trenle Toprakkale’ye gidilirdi.

Dedeye kavuşmak demek “şenlik” demekti.

     1989 -1990 yıllarında ki Toprakkale günlerinin unutmak ne mümkün Özlem için…O yılların çocukluğunu yaşadığı dedesi, babaannesi ve kuzenleriyle bir araya geldiğinde; saatlerce masallar anlatılırdı…Hürü ( manası; huri, melek) ve kuzenleri Hıcıp Ali dedeyi merakla dinlerdi, nefes bile almadan.

    Toros’ un güzel yaylaları Namrun, Pozantı, Tekir, Bürücek ve Çamlı her gece anlatılan o güzel masalların geçtiği en güzel yerlerdi. Minik kızın belleğine kazınan bu güzel masalları, şu anda bile hatırlıyor olması, dedesinin de etkileyici ses tonuyla anlatması ayrı meziyetti.

Namrun Yaylası, Namrun akşamları…

Çukurova geleneğinde her akşam bir eve şehriye ve dövme(arpa buğdayı) dökmeye gidilirdi.

Her ne kadar elektrik olsa da, eski gelenekleri yaşatmak adına, gazyağı ile çalışan lambaları alıp şehriye ve dövme dökülecek eve gitmek bu küçük kız için büyük bir heyecandı. Dedesi her ne kadar uyarsa da çocukluk ya ben tutacağım, ben tutacağım diye dövünür dururdu.

       Namrun’da şehriye dökme gecelerinin bir başka tadı da sorulan bilmecelerdi. Çocuklar ben cevaplayacağım ben cevaplayacağım, diye hırslanırlar, hatta Özlem kuzenleriyle tatlı tatlı atışmalar yaşardı.

Özlem’in belleğine yer eden hatta yetişkinliğinde bile onun kültürel mirasını oluşturan bir masaldı, diğer efsaneler gibi.

Şahmeran ….

   Vücudunun belden aşağısı yılana benzeyen yapı ile üst kısmı ise güzeller güzeli bir kızı anımsatmaktaydı. Yılanların şahı ve efendisi olduğu düşünülürdü. Tarihte Tarsus çevresinde yaşayan canlı türü olduğu bilinmekteydi.

   Cemşab adındaki genç, bulduğu balı arkadaşlarından saklamak için kuyunun dibine bırakır. Burada rehin kaldığından dolayı yukarıya çıkamaz. Ufak bir delik görür ve içeriyi gözetler. Kazara Şahmeran’la karşılaşır. Korkar ve geri çekilir, ona zarar vermediğini görünce yakınlaşmaya karar verir. Şahmeran, Cemşab’ı sever. Ona insanların bilmediği gizemleri öğreterek yol gösterir. Tarihte Cemşab ile ilgili söylentilerin Lokman Hekim olduğudur.

       Muhteşemliği ve görselliği bakımından artık orada kalmaz ve evini özler. Evine dönmek ister, Şahmeran kalması için ısrar eder. Kararlı olmasından dolayı yol gösterir ve izin verir. Kendisini gördüğünü kimseye anlatmamasını söyler. Cemşab döner ve kimseye hiçbir şey anlatmaz. Hükümdarın hastalığını duyar, çaresi Şahmeranın vücudunda saklı olmasıdır. Vezir ülkede yaşayan insanları hamamlara toplayarak onların yıkanmasını ister. Şahmeran ile tanışanların vücutları yıkandığı zaman pullarla kaplı olduğu ortaya çıkacaktır. Vezir, Cemşab’ı yakalatır ve zorla Şahmeranın yerini söyletir.

     Şahmeran yakalanır. Cemşab’ın üzgün olduğunun farkına varır. Bunu istemeden yaptığını anlar. Öleceğini bilir ve bu sefer Cemşab ile konuşmak ister. Kendisi hakkında öldürüldüğünde etinin suyunu vezire içirilmesini, eti de hükümdara yedirilmesini söyler. Suyu vezire içirir ,vezir ölür. Eti hükümdara yedirir ve onu iyileştirir. Cemşab ise vezir ilan edilir.

Sadece Şahmeran mıydı mı bu küçük kızın dinlediği?

   Çukurova- Toprakkale’de Eylül geldi mi festival demekti.

    Çukurova’nın bereketli topraklarında yetişen sebzelerin, meyvelerin, yer fıstığının hasat zamanıydı. Özlem, dedesinin tarlasında hoplaya zıplaya toplardı bu bereketli ürünleri…

Ayağında Feride ninesinin ona diktiği şalvarı ve yemenisiyle dolanır dururdu, ne mümkün dü onu durdurabilmek…

Bu bereketli ayda, herkesin yüzü güler, çocuklar tarlalarda yer fıstıkları toplar, üzüm bağlarında doluşurlar, oyunlar oynar, gönüllerince eğlenirlerdi. Yere dökülen dutları, üzümleri yemekten büyük keyif alırlardı hatta dut ağaçlarının tepesine çıkarlar, ağacı silkelerlerdi… Ne büyük bir zevkti! Özlem, kuzenleriyle birlikte açtığı çarşafta düşen dutları yerdi. İlk düşeni kim kapacak diye pür dikkat beklemekte ayrı bir güzellikti.

Hele pamuk tarlarının içerisinde unutulmuş karpuzları ararken ki heyecanları görülmeye değerdi. Özlem, sabah evden çıkar, akşam gelinceye kadar o bozulmuş bağ senin bu bozulmuş bağ benim diye bütün mahalle arkadaşlarıyla fink atardı. Akşama kadar hiç aç kalmazlardı ki, en doğal besinlerin enfes lezzetlerini bolluk içinde tüketirlerdi.

 Bulgurlar, dövmeler kaynatılır, biber salçaları yapılırdı. Biz de pişenin komşuya, komşu da pişenin bize de ikram edildiği yıllardı. Özlem’in ve diğer çocuklarının o yıllarda yaptığı kahvaltı; esmer buğdayla yapılan köy ekmeği ve yanındaki bir avuç doğal zeytinle biraz da pekmezdi.

 

    Özlem’in çocukken hayat daha renkliydi, çünkü çok meraklıydı. Merak daha çok merak uyandırıyordu. O küçük kız, mümkün olduğunca o merak duygusunu öldürmemeye özen gösterdi. Zaten  yazmayı çok sevdiği için bazı duygularını öldürmemek zorundaydı, bunlardan biri de ona göre meraktı. Merak etmeyen biri araştırmaz, araştırmayan bir yazar ise okuruna pek bir şey katamaz.. Dedesi Hıcıp Ali ‘ye çok soru sorardı.

     Nereden bakarsanız bakın sonuçta bu küçük kızın çocukluğu bitip tükenmez bir hazine gibiydi onun için. Çocukluğumuz kendi hikâyemiz, vatanımız, milletimiz ve romanımızdır aslında. Çok şanslıydı ki özlem; çocukluğu bereketlerle anılan Çukurova - Toprakkale’de geçmişti. Başı dumanlı Toroslar’ın dağ eteğince semaya yükseldiği bu topraklarda… Kuzenleriyle birlikte her hafta sonu oynadığı, Hıcıp Ali Dedesi’nden masallar dinlediği ovası yemyeşil, gökyüzü masmavi, kelebeklerin baharı müjdelemek için yarıştığı güzelim Çukurova’ydı burası.

Hele o trenlerin homurtusu, bir geçti mi evin önünden sanırsın ki dağlar yıkılacak…

   Öyle bir şey var ki Özlem’in belleğine kazınan; mis kokulu alın teriyle çalışan kadınlar  ve erkekler…Güneş ihtişamıyla doğarken bu topraklara, Çukurova’lı çalışkan insanlar yol almıştır bile işlerinde… Pamuk toplanır, ekin ekilir, narenciye desen adım atacak yer yok, hele bir de Adana karpuzu, hani şu elimizle vurduğumuzda çat diye ses gelsin dediğimiz sulu, içi kıpkırmızı olanından. Sonra yorgunluktan bir dut ağacının altında buluverirsiniz kendinizi, dili çözülür yorgun ihtiyarın ve anlatmaya başlar hayat bilgisi…

     Çukurova deyince; Yaşar – Orhan Kemaller, Karacaoğlan gelir akıllara…

Ve ustaların dillendirdiği o güzelim Çukurova’nın en içten kahramanları gelir akıllara…

Özlem’in çocukluğu çok güzel geçti çok …

Toprakkale’de Hıcıp Ali Dedesiyle birlikte…

Bir bakarsın erik ağacında, bir bakmışsın dut ağacında…

 Nereden bakarsanız bakın ‘çoçukluğumuz en büyük hazinemizdir’…

En masum, en tertemiz hallerimizdir… Çocukluğumuz kendi hikâyemiz, vatanımız, milletimiz ve romanımızdır aslında.

Çukurova demek çocukluğum demek, en güzel yıllarım demek…

Çocukluğum Toprakkale’de kaldı… Siz nerede kaldınız fırtına zaman?

Keyifle okumanız dileğiyle…

Özlem ERTUĞRUL

              

YAYLA GÜLÜŞLÜ AKAR ZAMAN

Kiremit rengi toprağın biricik sevdalısı

Pembelisi, morlusu, sarıcası, akçası

Uzun ömürlü açanı, dokununca tozanı

Çok adım vardır dillenir.

Bana yayla gülüm der ilkin beni sever

Mayıs göçeri Fatmagül Teyzem ve evlatları...

*

 Torosların bağrında yayla gülüyüm ben.

Kim bilir, kim anlar tozpembe gülüşümden.

Kuşbakışı sözcükler dökülür yanağımdan

Ötemde bana serenat yapan kınalı keklik

Bir dağ çileğinden havalanır kanatları.

Ayaklarımda kiremit rengi toprak varsıllığı

Tepeden tırnağa kızarırım.

Berimde incecikten kum tepecikleri

İçinde karıncalar: Bal renkli tepeden gözlüsü, irice uzun siyah bacaklısı

Kımıldanır binlerce çeşit canlar.

Canıma can katan miniklerim benim.

 

Bir şahin ağırdan süzülür.

“Benim meskenim dağlardır.” diyen ozan gibi

Sözcüklerim defnenin ölümsüzlüğüne dökülür.

Savrulur,uçuşur  renklerim…

Kimse bilmesin ,kimse bulmasın beni.

Olduğum yere döküleyim isterim

Nihayetinde dağcılar bulur beni gün ışığına çıkarır.

Oysa, ben yalnızca çobanları severim.

Korkarım insan içine çıkmaktan.

Toprağımdan söküp alırlar

Koca karınlı kentlere taşırlar diye içim titrer.

Bana bir el dokunmak ister

Solgun gülüşler bırakırım avuçlarına kokulu.

Yerinde kalsın der doğacı bir ağız.

 

Burada rahatım iyi .

Göğe bakarım.

Bulutlara göz kırparım.

Garip bülbül beni bulur hoşnut olurum.

Dağ çileği beni görür, içi dolar ballanır.

Akıllı canlının çok azı anlar dilimden.

Onlar şıpsevdidir bugün sever

Yarın bir köşecikte ölümü beklerim.

İnsan sevmeyen yaban gülüyüm ben.

 

Amanosların yamacında güneşte kavrulur

Güzü, yağmuru beklerim.

Bilirim bulutlar iki gözüm

Beni duyar.

Kavruk sesimi, acımı, sızımı duyar

Asla ölüme terk etmez beni.

Köklerimden kurumadan

Bana haber gönderir kuşlarıyla…

İnce bir yel gövdemi sallar

Kıskıvrak kara tül örtünür mavilikler

Gök gürler…

Bulutlar iki gözüm.

Döker çağıldayan sevdasını üzerime.

Gövdemden inceden akar ince bir can suyu

Suya doyar köklerim.

Kızılca akar sevinç dolu yollarım.

 

Ben yaban gülü

Kimi der ömürlü şakayık.

Kimi der ömürsüz pembecik.

Tepeden tırnağa gül olurum baharda

Uzun yataklı Torosların biricik gülüyüm.

Uzaklardan çok uzaklardan incecikten bir şarkı savrulur.

“Yabangülü gibisin dağda, kırda, bayırda.”

 Sivri dilli taşların içinde yaşarım

Yılandili zamanın içinde gülümserim.

Ben yaban gülü.

HATİCE ALTUNAY

YORUM YAZ

** Yorumunuzun sorumluluğu size aittir

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmadı. İlk yorumu siz yapın.

ÇOK OKUNANLAR

MARMARİS AJANDASI

Tümü